Aile şirketlerindeki gençlerin genelde aklındaki sorudur bu. Annem babam görevi ne zaman bize devredecek? Esasen bu zaman bellidir. Bunu kısaltıp uzatmak ise o gencin elindedir.
Zor Zamanlar Neyi Gerektirir?
Delilik tekrar tekrar aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemektir demiş Albert Einstein. Zor zamanlar zor kararları, ekstra kararları gerektirir. Böyle zamanlarda pek de hoşlanmadığınız, belki yapmaktan rahatsız olduğunuz şeyleri yapmanız gerekebilir. Kriz denilen kavramın sınırları farklı ekonomistlerce farklı çizilmişse de önemli olan ekonomide bir krizin olup olmadığı değil, sizin bunu kendi şirketinizde yada içinde bulunduğunuz endüstride hissedip hissedemediğinizdir. Eğer ne olduğunu finanssal tablolara bakarak görmeseniz yada göremeseniz dahi belki de durumu önsezileriniz ile hissediyorsanız bile belki de tehlike çanlarının sesinin uzaktan geldiği bir krizi fırsata çevirmek elinizdedir. Tehditleri fırsata çevirmek ise tam anlamıyla düşünce yapınızı değiştirmeniz anlamına gelir. Ben buna bazen beynimizdeki inovasyon diyorum.
Malumunuz ki dünya ve dahi iş dünyası sürprizlerle dolu. Sizin şirketiniz zor durumda olmayabilir ama yine de böyle zamanlarda bir takım önlemler almak gerekir. İşte bu önlemlere krizi fırsata çevirmek diyelim. Aşağıda her aklı selim şirket yöneticisinin aklında bulundurması gereken temel taşlarını anlatacağım. General Motors, American Airlines, IBM, Chrystler, Lego gibi firmaların hikayelerini incelerseniz bir iki tanesinden sonra ben bu filmi görmüştüm demekten kendinizi alamayacaksınız.
Öncelikle bu şirketlerin hepsinin başında böyle dönemlerde çok sıkı yöneticiler görürsünüz. IBM’in Watson ailesinden sonra gördüğü en büyük yöneticisi Louis Gerstner ya da Ford’un meşhur otomobili Mustang’in fikir babası ve sonra Chrystler’i uçurumdan çevirmeyi başarabilen efsanevi Lee Iacocca’yı unutabilmek mümkün mü? Tabi ki dünya çapında bir efsane olunmasa da böylesine sıkı bir lider olmak için “ben lider olacağım” demek yetenez. Bu insanlar o noktaya gelene kadar kendilerini çok güçlü yetiştirmişlerdir. O yüzden eğer engin denizlerdeki fırtınaları aşmak isteyen bir kaptansanız, öncelikle kendinizi çok güçlü yetiştirmeniz gerekiyor. Yıllardır sahip olduğunuz düşünüş biçimi sizi yolculuğun bu durağından sonrasına sizi taşımayacaktır. Böyle bir yönetici olmanın ne demek olduğunu Jim Collins’in 5nci Düzey Liderlik tanımında bulabilirsiniz.
Böyle zamanlarda hızla atılması gereken iki başlık vardır. Unutmayın hız iş hayatında böyle dönemlerde en çok ihtiyaç duyacağınız yeteneğiniz olacaktır. Bu iki başlık da bunda ne var, herkes bunu bilir diyeceğiniz gibi masrafları düşürmek ve satışları artırmaktır. Bu iki kavram sizlere çok sıradanmış gibi gelse de masraf azaltma hareketi yutulması gereken acı ilaç gibidir. Bu noktada asıl hoşunuza gitmeyecek şeyleri yapmak zorundasınız. Bu aşamada ilk ihtiyacınız olan sağlam bir finanssal analiz yöntemi. Bu yöntemin nasıl bir görüntü sergilediği her şirketin büyüklüğüne göre değişebilir. Eğer küçük bir ofiste çalışan ve iki üç kişiden oluşan bir firma iseniz bunu ön muhasebecinizin yardımı ile siz yapmak zorundasınız yada varsa finans direktörünüzün yardımını almaya ihtiyacınız olacaktır. Satışını yaptığınız her türlü üretim yada ticari malın hesabını tek tek açın. Bakın bakalım bunların size gerçek maliyeti nedir. Aradığınız şey enerjinizi en fazla tüketen fakat getirisi en az olanlarıdır. Çoğu zaman yıllar içerisinde işler geliştikçe kazandığınız paranın rahatlığı ile açılmaya başlarsınız. Farkında olmasanız da uğraştığınız bazı ürün yada hizmetler resmen enerji ve kaynaklarınızı sömüren bir fanteziye dönüşür. Bunları çocuğunuz gibi görmeye dahi başlasanız da bunlara veda etmenin zamanı gelmiştir. Böylesine zor dönemlerde en son ihtiyacınız olacak şey maddi ve beşeri kaynaklarınızın sömürülmesidir. Bunlar bir ürün değil, bir aktivite de olabilir. Belki karmaşık bir pazarlama ya da işe yaramaz bir yönetim sistemi olabilir. Fakat bunu yapması benim söylediğim gibi basit değildir. İnanın bana dışarıdan bakan bir göz sizin göremediğiniz şeyleri görecektir. Bunu da mı, bari bu kalsın diye sormanızı sağlayacak masraflardan bahsediyorum. Bir gemi batarken insanlar canlarını kurtarma pahasına o an yanlarında taşıdıkları en değerli eşyalarını dahi düşünmezler. Belki sizin için de silkinmenin zamanı gelmiştir.
Atmamız gereken ikinci başlık da satış. İşte bu nokta sizi fırtınada batması muhtemel diğer gemilerden ayıracak olan kritik bir noktadır. Öncelikle şunu analiz edin, potansiyeliniz kadar satabiliyor musunuz? Eğer cevabınız hayır ise bu iyi bir şeydir. Zira bu, daha fazla satış yapabileceğiniz anlamına gelir. Şunu unutmayın ki piyasada tek değilsiniz ve piyasadan yakın zamanda çekilecekler olacaktır. Sonuçta şirketinizin kişisel satış performansı kadar bir de endüstrinin toplam pastasından ne kadar büyük bir dilim aldığınız da var. Böyle dönemlerde vazgeçtiğiniz maliyetlerinize satış kaynaklarını da eklemeyi düşünüyorsanız tekrar düşünün. Eğer bir şeyden vazgeçmeniz gerektiğini fark ederseniz muhtemelen bu satış ekibi yada size birincil öncelikli iş getiren pazarlama faaliyetleri değil, satış ve pazarlama kaynaklarınızdan gereksiz yere paya alan ürün yada hizmetleriniz olabilir. A ürününü tutup B ürününün satış ve pazarlamasına son vermeniz satış ve pazarlama kaynaklarınızı kısıtlamanız ile aynı şey değildir. 20-80 kuralını unutmayın. Faaliyetlerinizin %20’si gelirinizin %80’ini sağlıyor olabilir. İşte bu düşünceden hareketle bakın bakalım nerede enerjinizin %80’ini hortumlayıp gelirinizin sadece %20’sine katkı sağlayan bir ürün yada hizmet var.
Kısa vadede bu iki noktaya akıllıca yaklaşmak ve hızla karar verip hareket etmek öncelikle beyninizde bir inovasyon yapmanızı gerektirir. Bu iki nokta çok da bilinmedik konular olmayabilir fakat burada asıl göz ardı edilen şey bunları uygulamada geç kalınmasıdır. Bu gecikmenin sebebi ya acı ilacı yutmaya yanaşmama ya da sorunun kaynağını görememedir. Olumlu ekonomik şartlar altında gemisini su üstünde yüzdüremeyen şirketler gibi en çetin fırtınalara göğüs gerebilen ve kriz dönelerini rahat atlatmayı başaran şirketler vardır. Bu hatalara düşmemenin en önemli yolu da her şeyden önce değişime açık olmanız ve inovasyona kendi bakış açınızı değiştirerek başlamanızdır. Bu aynı zamanda stratejik planlama yapmak demektir.
Einstein’ın dediği gibi delilik tekrar tekrar aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemektir.
Aile şirketleri: Güven ve Yeteneği Birbirinden Ayırın
Aile şirketleri kuruluş aşamasında insan kaynağı denince ilk olarak en yakınlarına bakarlar. Yani diyelim bir şirket kurdunuz ve en azından iki üç yardımcıya ihtiyacınız var. Ne yaparsınız? Güven açısından ilk olarak en yakın akraba yada dostlarınızı düşünürsünüz. Bundan doğal bir şey yok. Zaten şirket bir kaç sene sonra büyüdüğünde artık etrafınızdan eleman bulamaz hale geleceksiniz, ne kadar kalabalık bir aileniz olursa olsun.
İlk zamanlarda şirketin vizyonu sizin vizyonunuz olacaktır. Bu da çok doğal bir şey. Malum işinizi üzerine kurduğunuz fikir ve/veya buluş size aittir. İşi de en iyi siz sahipleneceğinize göre şirketin nereye gitmesi gerektiğine de sizin karar vermeniz gayet doğaldır. Bu durumda da ihtiyacınız olan sizin vizyonunuzu gerçekleştirecek, sizinle omuz omuza çarpışacak insanlar. Bu aşamada beraber çalıştığınız bir avuç insana paranızı emanet edersiniz. Bu insanlar yeri gelir tahsilat yaparlar, yeri gelir şirket için maddi değeri büyük malzemeleri, malları veya araçları kullanır, taşır, saklar, korurular. Diyelim hassas malzemeleri de içeren bir hizmet işi yapıyorsunuz, müşterileriniz kılı kırk yaran çok varlıklı insanlar. Güven ne kadar önemlidir değil mi? Yada pahalı araçlarla çok özel bir taşımacılık yapıyorsunuz. Durum yine aynı. İşte bu aşamada bu işleri yapacak bir takım insanlar gerekir. Bu insanlara gözünüz kapalı güvenebileceğinizi düşünmek istersiniz. Bu sebepten bu güven unsurunu da en iyi yakın akrabalarınız ile kontrol altında tutabileceğinizi düşünürsünüz.
peki ya sonra?
Fakat sonraları işler büyümeye başlar, kazanç ile beraber operasyon yoğunluğu da artar. Kardeş, kuzen, teyze, hala, amca, dayı, yeğen derken etrafınızdaki insan kaynağı da tükenmeye başlar. Bir yandan da bir bakmışınız şirket sapına kadar girift bir aile şirketi oluvermiş. İşte bu noktaya yaklaşmakta olduğunuzu erken fark edebilmeniz önemlidir ki umarım böyle bir durumdaysanız bu yazımı okuyorsunuzdur. İşte sizi bu noktada uyarmak isterim ki şirketinize kötülük yapmaya başlayacaksınız. Zira güven farklı şey, yetenek farklı şey.
Bir organizasyon karmaşıklaştıkça insanları standart işler yapan robotlar gibi göremeyeceğiniz için öncelikle fikirlere ihtiyacınız var. Bu sarmaldan bir türlü kurtulamayan şirketleri görüyorum. Patronlar kimseye güvenemediklerinden her işe karışma eğilimine giriyorlar. Bu güvenin birinci kaynağı yukarıda bahsettiğim maddi güven, bir diğeri de burada anlatmak istediğim fikri güven. Lakin bu noktada maddi güven sorununu çözmek emin olun ki fikri güven sorununu çözmekten çok daha kolaydır. (Kuyumculara sorun, bu işi çözmenin envai yöntemini anlatacaklardır size ki o seviyede dahi az çok kaçaklar her zaman olur. Bu konuyu merak edenlere bilahare yardım edebilirim ama bu yazının konusu değil bunun açıklaması.) Peki artık ortaya sadece bedenini ve kolay iş gücünü koyan, aklı ve ruhu ile çalışmayan, gözünüzdeki tek önemi akraba olmak olan insanlarla nereye varabilirsiniz?
Mülakat yönteminiz çok önemli önemli
Demiyorum ki akraba, tanıdık çalıştırmayın. Hatta gerçekten nasıl seçeceğinizi biliyorsanız tanıdıklar veya tanıdıkların tanıdıkları ile çalışmak bazen çok daha avantajdır. Bu seçim konusu benim mülakat tekniği eğitimimin de bir parçası. Ayrıca kurumsallığını kağıt üzerinde değil, gerçekten tamamlayabilmiş aile şirketleri bununla baş etmenin yolunu çokta bulurlar. Ama ilk önceliğiniz iş hayatı dışında muhabbetinizin iyi olduğu akrabanızı ona hiç uymayacak o işi vermekten çok, yapacağınız işe en uygun insanı seçebilmek olmalı. İşte bu durumda düzgün seçim yapabilmek için çok düzgün bir işe alım tekniğiniz, yönteminiz olmalıdır. Artık nitelikli iş gücü kaynağı için dışarılara bakmanın zamanı gelmiştir. Buna ek olarak işinize aldığınız çalışanlarınıza da gerekli kuvvetli eğitimleri vermeye yada verdirmeye hazırlıklı olun.
Diyeceğim o ki güven farklı bir konudur, yetenek farklı. Bir noktadan sonra güvenebileceğiniz ve işinize bedeninden çok aklı ile katkıda bulunacak kişiyi seçmek gerekir.
Kurumsal Gayrimenkul Kararı Nasıl Alınmalı
Geçen gün bir müşterim bir soru sordu. Tunç Bey şu an kiracısı olduğumuz bu fabrika binasını satın alalım mı? Bulundukları yere bir miktar kira ödüyorlardı. Burayı alalım mı diye düşünmeye başlamışlar.
Kurumsal gayrimenkul kararı alırken şu soruları sorun kendinize:
- Kapital sizin için ne demek?
- Sizin için sermaye ne demek?
- Yaptığınız işin içerisinde sıcak para ne kadar önemli?
- Nedir sizin iş gücünüzün kaynağı?
- Sermaye sizi ne kadar zorluyor?
Bu sorular çok önemli. Farzedelim ki 50.000 Lira kira ödediğiniz bir mülkün içerisindesiniz. Yine farz edelim o mülkü satın almak istediğinizde ederi 10 Milyon Lira olsun. O 50.000 Lira sizi ay sonunda ne kadar zorluyor? Yani her ay sonunda o 50.000 Lira’ yı ödemek size ne kadar zor geliyor? Yine geldi kira zamanı diyor musunuz? Yaptığınız işin hammaddesi bilgi mi, iş gücü mü yoksa bir mal mı?
Bir de şu taraftan bakalım 10 Milyon Lira para vereceksiniz. Bu 10 Milyon Lira’ya işiniz içide neler yaparsınız, nasıl kullanırsınız bu sermayeyi? Bu parayı ne kadar çevirebilirsiniz gelir elde etmek için? Bu 10 Milyon Lira size ne kazandıracak? Diyelim satın aldınız o mülkü ve 10 Milyon Lira çıkardınız, verdiniz. 50.000 Lira kiradan kurtuldunuz. Peki 10 Milyon Lira elinizde olsaydı, işinizin içinde olsaydı, aylık 50.000 Lira’dan fazla para kazandırır mıydı size?
Bu kadar arkadaşlar, bu sorunun cevabı burada gizli. Bu soruları sorup iki taraflı cevaplayan firmalar var. Örneğin finans kuruluşlarının bazılarının hiç gayrimenkulu yok. Yani iş yaptığı hiçbir şubesini satın almıyor kiralıyorlar çünkü ben para ile çalışıyorum parayı niye başka bir yere bağlayayım, ben gayrimenkulcu değilim ki diyorlar. Ama bunun yandında mesela bir fastfood zinciri gayrimenkulden çok ilginç bir şekilde kazanç sağlıyor. Onlar için gayrimenkulun özel bir kullanım yeri var. Biz hamburgerci değiliz, gayrimenkulcüyüz aslında diyor şirketin başkanı. Ya da şunu biliyorsunuzdur ki özellikle tekstilde çoğu markanın fabrikası bile yok. Ürettiriyorlar, kalite kontrol var, tasarım yapıyorlar. Bu çeşit bir iş modeli kurmuşlar.
O yüzden sizin için nedir naktin önemi? 50.000 Lira önemli değil ama 10 Milyon Lira daha mı önemli sizin için? O zaman kira da oturmaya devam edin. Ya da tam tersi durum söz konusu ise alın o gayrimenkulü. O yüzden “Bulunduğum yeri satın mı alayım, kirada mı kalayım?” diye soruyorsanız, bu sorunun cevabını önceki sorularda bulun.
Zaman Yönetimi Kimin Sorunu?
Size şu zaman yönetimi konusunda bir şey söyleyeyim mi? Zaman yönetimi sadece çalışanlarınızın meselesi, mesuliyeti değil. Zaman yönetimi aynı zamanda sistemin de şirketin de ve o insanların başındaki amirin de mesuliyeti. Bazen fark ediyorum bir insana, bir buçuk insanı gerektirecek işi yüklüyorsunuz, sonra da çalışanlarınızın performanslarından verim alamadığınızda, verdiğiniz işler zamanında neticelendirilemediğinde o insanlara “senin zaman yönetimin problemli” diyorsunuz.
Emin misiniz o insana verdiğiniz o işin gerçekten bir insan ile yapılabileceğine? Öncelikle bundan emin olmak amirler (patronlar) olarak çalışanlarınızdan önce sizin mesuliyetiniz. Zaman yönetiminin ne olduğu, nasıl ele alınması gerektiği konusunda en başta şirketin içerisindeki o şirketin yönetim sistemini kuranların, o şirketin orta ve üst düzey yönetiminin eğitim alması gerekiyor.
Bir insan bir zamanda bir iş yapar ve %100 performans ile çalışırsa o işi yapabilir. Ne yazık ki insan doğası gereği 100 birim zamanı var ise o hafta içerisinde 100 birim zamanın 100‘ünde de çalışmasını bekleyemezsiniz. Eğer sağlıklı ölçebiliyorsanız , yaptığı işe göre %80 veya %85 performans göstermesi beklenebilir, bu daha doğal ve mantıklıdır. Bunun yerine 100 birimlik zamanda 150 birimlik iş yüklerseniz mümkünatı yok zaman tutmaz, yönetilemez. Ayrıca hepsinden öte sağlıklı ölçebilmek de önemlidir. Basit işlerde birim zamanda ne yapıldığını ölçmek kolaydır. Mesela nadir de olsa mavi yaka çalışanlara uygulanan bir yöntem var. Hala yapanlar kalmış mı diyeceksiniz, emin olun var. Çalışanın başına geçip kronometre ile zaman tutmak. Bu, size gerçekçi geliyor mu? O kişinin gerçekte normal zamanda çalıştığı gibi çalışmasını bekliyor musunuz?
Peki Ya Satış?
Peki satışta zaman yönetimini nasıl ölçebilirsiniz? Sabahtan akşama kadar harıl harıl bir işler ile uğraşıyor olması zaman yönetiminin verimli olduğu anlamına mı gelir? Tabi ki gelmez. Bu durum basit zaman yönetimi mantığı ile yönetilecek bir şey değil. Orada satışçının zamanını verimli yönetip yönetmediğine değil, istediğiniz işi hakkıyla yerine getirip getirmediğine odaklanmanız gerekir. Sonra da bırakın kendinden beklenilen sonucu üretmek için kendisi çaba sarf edin. Sizin de bu noktada vazifeniz yol göstermek, öğretmek ve gerçek bir lider gibi koçluk yapmak.
Benim genelde gördüğüm problem bu. Yapılacak işler üzerindeki gereksiz angaryaları atın. En sevmediğim şey insanlara gereksiz yere iş yüklemek. Çok güzel bir örnek var, sıkça yaşanan. Müşteriniz size telefon açar der ki ‘’işimiz çok acil, acilen yapılması gerek’’ siz de işi acilen çarçabuk bitirir yetiştirirsiniz. Sonra müşterinizden bir cevap gelir: “dur bir dakika, tamam halledeceğiz onu.” E hani acildi? Eğer işleri böyle yürütüyorsanız, çalışanlarınızdan zaman yönetimi beklemeyin. Önce siz zamanın ne olduğunu iyi kavrayın.
İşte bu yüzden zaman yönetimi için öncelikle işleri yöneticilerin masaya yatırmaları ve süreçleri, sistemi düzenlemeleri lazım.
Kimse Beni Anlamıyor
Anlaşılamamak, zannediyorum ki insan oğlunun en büyük serzenişlerinden biri. Beni anlamıyorlar. Anlaşılamıyorum. Dinlemiyorlar beni. Büyük sanatçılar hayatlarında anlaşılamadan ölüyor; öldükten sonra anlaşılıyor kıymetleri. Herkes anlaşılmak ister. Düşünsenize etrafınızda ki herkes sizi anlayabiliyor, çalıştığınız insanlar, aileniz, sizi hepsi anlayabiliyor. Herkesin sizi anlayabildiğini düşünün; şöyle diyorlar “Aa anladım seni hakikaten. Evet sen şunu demek istiyorsun.” Herkes böyle düşünse hayat sizin için ne kadar farklı olurdu? Bir an için düşünün.
Buna erişmek için ne olması gerekiyor? Herkesin sizi anlaması için… İşte o “herkes” içinde sizde varsınız. O zaman siz de diğer insanları anlamalısınız. Bunu mümkün kılmak için herkesi anlamaya çalıştığınızı düşünün. Ne var ki asıl istediğiniz anlaşılmak; başka kimse birbirini anlamasın önemli değil sadece beni anlasınlar. Peki ya anlatmak istediğiniz şey karşı tarafın işine gelmiyorsa? Hadi gerçekten anlattınız kendinizi diyelim. Ya “Anladın ama bana uymuyor.” derse inanlar? O zaman anlaşılıyor olmanızın kıymeti nedir? Dünya anlaşılamamak üzerine dönüyor. Yani insanlar birbirlerini anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar. Daha doğrusu öyle bir niyetleri de dertleri de yok. Ve kararlar hep bunun üzerine veriliyor.
Mesela bir amir çalışanlarına bir şeyler söylüyor; onlar bunu yarım yamalak anlıyorlar. Ne anlıyorlarsa onu yapıyorlar. Onlar da anladıkları kadarıyla bir sonuç üretiyorlar, yarım yamalak bir şeyler ortaya koyuyorlar ve tüm iş anlaşılamamak üzerinden gidiyor. Yani anlattığımız için değil, anlaşılamadığımız için. O yüzden insanlar için ne anlattığımızın hiçbir önemi yok. Anlattıklarımızın arasından insanların anladığı şeyler önemli. Biz hep bir şeyler anlatıyoruz ama insanlar ne anlıyorsa o. Bizim anlattığımızın hiçbir önemi yok. Ne anlatırsam anlatayım karşı taraf ilgili ya da ilgisiz bir şeyler anlıyor.
Peki tam olarak nasıl anlaşılırız? Nasıl doğru anlar insanlar bizi? Bilerek. Bilirlerse anlarlar. Anlatmak istediğimizi gerçekten kavrarlarsa anlarlar. Yani 2+2’nin 4 ettiğini bilmeyen birine, 23+38’i anlatamazsınız, zordur bu. İlk baştan bir şeyleri anlamış olması lazım bizi anlamadan önce. Yani anlattığımız her ne ise onun ön şartları, kabulleri vardır. Peki siz karşı tarafın ne kadar bildiğini biliyor musunuz? Bilmiyorsunuz değil mi? Demek ki o zaman siz karşı tarafı anlamıyorsunuz. Önce karşı tarafı anlamamız lazım. Öncelikle karşı taraf ne istiyor, anlatmak istediğiniz şeye nasıl bakar? Görüşleri neler? Dünya görüşü ne? Önce siz onu anlamalısınız. Siz anladığınız zaman belki de karşı tarafa o konuyu anlatıp anlatmamak gerektiğini bile anlayacaksınız.
Mesela bir çalışanınızdan bir işi yapıp bitirmesini istiyorsunuz. Sürekli anlatıyorsunuz ve o sizi anlamıyor. Belki özel hayatında bir problem var, size hatta kimseye anlatamadığı. Siz bunu bilseniz belki o problemini düzeltebilir ve onun kafasının rahatlamasını, sizi daha iyi dinleyip anlamasını sağlayabilirsiniz. Bu aile ilişkilerinde de, arkadaşlık ilişkilerinde de, iş ilişkilerinde de böyledir. Eğer siz önce karşı tarafı anlamaz iseniz aklından geçenleri bilmez onun derdini göremeye çalışmazsanız, kendinizi anlatmaya çalışmanızın hiçbir manası yok. O yüzden Stephen Covey‘in dediği gibi “anlaşılmayı beklemeden önce karşı tarafı anlayalım.”
Dünyanın En Pahalı Danışmanının Maliyeti
Geçenlerde bir soru aldım. Bunu daha önce de duyduğum için dedim ki ben bu sorunun cevabını insanlara bir video ile vereyim. Soru şu “Tunç bey, bir danışmana ne kadar ödemeliyiz? Eğitimciye ne kadar ödemeliyiz?”
Eğer muhteşemseniz, her şeyi siz biliyorsanız, işinizde en iyisi siz iseniz, sizden başkası daha iyi bilemez ise, bence verebileceğiniz en maksimum para 0 TL’dir. Yazık paranıza. Niye para veresiniz ki zaten çok muhteşem biliyorsunuz on numarasınız.
Şimdi gelelim bir danışmana ne kadar vermeliyiz sorusunun diğer cevabına. Eğer gerçekten inanıyorsanız danışmanın gücüne ve size katacaklarına, bir düşünün. Şu da var, siz de şirketin içindesiniz, çalışanlarınız da öyle, danışmanınız dışında. Endüstrinizde gidip bir iş yaptığınız ile biraz sohbet ettiğinizde bile o kişi endüstriden bir şeyler söyleyecek size. Bir danışman tamamen dışardan bir gözdür, eğer kuvvetli bir insansa ki öyle bir insan olmalı hayatınızda.
Çok küçük değilseniz, belli bir seviyede iseniz, bir ya da bir kaç danışman ile çalışmayı düşünün, ki şunu da size net söyleyeyim zamanında danışmanlık verdiğim küçük firmalar da vardı. (Tamam, bende çok büyük bir şey istemedim o firmalardan.) O yüzden bir danışmanla hemen her firma çalışabilir illa ki.
İkinci olarak o danışman gerçekten kendini geliştiren bir danışman ise, güçlü bir eğitimci ise zaten sizin ona vereceğiniz paranın misli misli hatta 10 katını size kazandırır. Ben de öyle söylerim “Eğer ben bana vereceğiniz paranın 10 katını size kazandıramıyorsam benimle çalışmayın.” derim. Mesela diyelim Veliaht Koçluğu yapıyorum, biliyorum ki o insanın oğlu veya kızı benimle çalıştığı zaman hayatında hakikaten 5-10 sene erkenden öğrenecek bazı şeyleri ve tabi ki sonra bana verdikleri hiçbir şey olacak o kazancın yanında. Net olarak o kadar çok kazanacaklar. Böyle birinin size maliyeti de 0’dır. Bir danışmana ne kadar ödeyebilirsiniz ki maksimum? Cironuzu 2’ye katlar, hiçbir şey olur bir anda. Bir fikri, bir düşüncesi cironuzu 2’ye hatta 3’e katlayabilir. Hiç düşünememiştim bunu dersiniz, bakmamıştım o açıdan. Size bunu dedirtecek insanlarla çalışın! “Bu insan gerçekten haklı, işte buymuş ya” dedirtebilen insanlarla… Bu insanın size hiçbir maliyeti olmaz. Bu sizin için maliyet değil kazançtır.
Ben genel olarak hayatta çok ucuz bir insanla çalışmam çünkü ucuz bir insan kendine ne katabilir ki? Ucuz derken sadece para olarak söylemiyorum bunu. Ucuz olmayan bir insan sürekli kendine bir şeyler katma imkanına sahiptir. Bunların hepsini üst üste koyduğunuz zaman, düşünün mesela teknolojiye, ARGE’ye yatırım yapıyorsunuz bir taraftan, pazarlamanız satışınız kuvvetli diğer bir yandan, piyasada markanız büyüyor, insanlar sizi tanımaya başlıyor ve eğer hedefiniz en iyi olmak ise zaten yükseliyorsunuz. İşte tam o noktada o güçlü danışmanlar size yardımcı olacaklar. Başınızın üstündeki cam tavanı kaldıracaklar. Böyle insanlar zaten ucuz insanlar değildir, baktığınız zaman 0’dır size maliyeti. Ne danışmanlar var kendilerini geliştiren, dağcılık yapan, dünyanın çeşitli ilginç yerlerini gezen, kendine hobiler edinen, durmadan öğrenen. İşte böyle danışmanlarla çalışır iseniz bunun size maliyeti 0’dır.
Beyin Yıkama
1950’lerde Kore Savaşı bitince Çin’in Amerikalı esirleri ülkelerine göndermesiyle Amerikalılar çok tuhaf bir şeyler olduğunu fark ediyorlar. Esir tutulan askerler esaret sırasında komünizme karşı anlamlandırılamayan bir ilgi duymaya başlamışlar. Amerikalılar buna çok şaşırıyorlar. Takdir edersiniz ki Amerika komünizme son derece karşı, hele ki soğuk savaşın o en çetin yıllarında.
Edward Hunter isimli bir gazeteciyi, ki aynı zamanda bir Cia ajanı, görevlendiriyor. Amerikalılar’ın esaret altında tutulmalarına rağmen neden komünizme bırakın düşmanlık beslemeyi, tam tersine sempati beslediklerini öğrenmek istiyorlar. Çok ilginç bir hikayeyle karşılaşıyor. Esir kamplarındaki askerlerin esaretlerini sıradışı bir şekilde geçirdiklerini öğreniyorlar. Bütün o süre boyunca Çinli askerler arasında çeşitli münazaralar düzenleniyor. Bir masaya karşılıklı gruplar halinde oturtularak tartıştırılıyorlar. Bu münazaraların konusu da komünizm mi, kapitalizm mi daha iyi ya da Çin mi, Amerika mı.
Tahmin edersiniz ki ekseriyetle komünizim galip geliyor. Tabi gerçekçi olması için bazen karşı görüşün de kazanmasına izin veriyorlar. Karşılığında bu esirlere bir esir için kıymetli sayılacak ödüller veriyorlar, bir sigara ya da özel bir yemek gibi. Bu münazaralar hafta, sürekli yapılıyor arka arkaya. Doğal olarak Amerikalılar da ödülleri kazanmak istiyorlar ki esaret biraz daha rahat geçsin. Zaman içinde kazanmak istedikleri için, gönülden komünizmi savunmaya başlıyorlar. Neticede görülüyor ki Amerikalılar komünizme karşı bir sempati duymaya başlıyorlar, beklendiği gibi karşı tarafa düşmanca hisler beslemiyor. Edward Hunter bu konuları derliyor, raporluyor ve bunu ‘’brain washing’’ yani beyin yıkama olarak adlandırıyor. İşte beyin yıkamanın tarihçesi bu şekilde başlıyor. Tabi ki kelimenin ilk kullanılmasından önce beyin yıkamanın tarihte öncesi de var, Nazi’lerin yaptığı bir takım deneyler vesaire. Sadece savaşta da değil barış zamanında da birçok örneklerini görüyoruz.
Bir insanın beynini yıkamak istiyorsanız o insanı zorlamazsınız, o işi tatlı dille anlatırsınız, sürekli tekrar edersiniz ve kişinin kendisinin o işi benimsemesini sağlarsınız. Beyni yıkanan kişi de bir zaman sonra söz konusu fikrin neferi olup çıkar.
Beyin Yıkama Tekniklerine Müsade Etmeyin
Bir insanın beynini yıkamanın hiç savunulacak bir tarafı yoktur. Beyninizin yıkanmasına müsaade etmeyin. Peki, buna müsaade etmemenin yolu nedir? Bunun yolu bol bol okumak, araştırmak, farklı görüşten insanlarla konuşmak, her görüşü dinlemek ve tartışmaktır. Hatta sizin görüşünüze karşı görüşten insanları dinleyin, o insanları gerçekten anlamak için dinleyin. Yargılamak için değil, öğrenmek için sorun. O insanların okuyarak o kanıya vardıkları kaynakları siz de okuyun. Kendi kaynaklarınızdan edindiğiniz bilgileriniz ile karşılaştırın o görüşleri.
Maalesef ki insanların çoğu zaman kendi görüşlerini bile okumadıklarını, derinden bilmediklerini fakat mikrofon uzatıldığında çok fikirleri olduğunu görüyorum. En temel konularda bile çok zayıflar insanlar. Kulaktan dolma, bir iki sağdan soldan duyma bilgi ile her şeyi bildiklerini sanıyorlar. Sonra bir başkası başka bir görüşü savunduğu zaman ateşli bir şekilde karşı gelmeye çalışıyorlar. Açın dünyanızı. Okuyun, gezin, görün, sorun ve öğrenin. İnsanların artık bir daha sizin beyninizi yıkamalarına müsaade etmeyin. Kendinizi doğru ve doğrulanmış bilgiyle doldurursanız, beyninizi kolay kolay yıkayamazlar.
Girişimci Adayının Rehberi
İş hayatında yaklaşık bir 15 sene geçirdiğinizi farz edin. Üniversiteden mezun olmuşsunuz. Artık tecrübelisiniz. Yani tecübesiz değilsiniz artık. Güzel yerlerde çalışmışsınız ve artık kendi işimi yapma vakti yavaş yavaş geldi diyorsunuz. Yani artık girişimciliğe adım atmayı planlıyorsunuz. İşte o anda girişimci olarak bir rehbere ihtiyacınız var gibi duruyor.
Deli Sorular
Bu noktada ne yapmak gerekiyor peki. Ben ne biliyorum ki ne vereyim? Nasıl para kazanayım? Aklınızda çeşitli sorular var. İyi haber, her şeyi bilmek zorunda değilsiniz. Her şeyden anlayıp muhteşem ve kusursuz olmak zorunda değilsiniz. Tek yapmanız gereken şey bir şeyden çok iyi anlamak. Bu bir mal veya hizmet olabilir. Üretiminden, üretmeyecekseniz tedariğinden (belki ithalat) ve satışından çok iyi anlamanız gerekiyor.
Tabi ki bunun yanındaki başka bir takım faktörlerden de biraz anlamalısınız. Belki zaman içerisinde markalaşmayı düşüneceksiniz. (Kim bilir, belki kazandığınız para için bir para sayma makinesi almanız gerekecek.) İşte bu gibi düşüncelere daha sonra girersiniz. Öncelikle bir işten çok iyi anlamanız gerekiyor. Bakın dünyanın en büyük yatırımcılarına. Onların girişimci olarak rehberleri ne ile dolu sizce? Örneğin Warren Buffet , her bir iş dalına girmez ve önüne gelen her işe atlamaz. Zaten bir prensibi vardır ki daha önce size anlatmıştım prensibini lütfen bir dönün bakın eski içeriklerime. Warren Buffet diyor ki “Ben her iş dalına girmiyorum, ben anlayabildiğim bir işe giriyorum.” Yani dünyanın en büyük yatırımcısı dahi her şeyden çok iyi anlak zorunda değilim diyorsa siz de her şeyden anlamak zorunda değilsiniz. Ne var ki bir şeyin hem üretiminden, satışından ve piyasasından çok iyi anlamalısınız.
Hayattan Bir Örnek
Girişimci adaylarına rehber olması açısından hayattan gerçek bir hikaye vermek istiyorum. Benim yiyecek-içecek sektöründe bir müşterim var. Beyefendi güzel noktalara gelmiş. İstanbul’un, hatta Türkiye’nin en iyilerindendir. İş hayatının ilk zamanlarında şu anda yaptığı işin sektöründe kurumsal bir firmada çalışıyormuş. Oradan bir şeyler öğrenmiş. Daha sonra bu endüstride şöyle bir açık var ve ben bu açığı değerlendirmeliyim diye düşünüp bir arkadaşıyla beraber bir işe girmiş. İlk başta al-sat yaparak çalışmışlar. Bir zaman sonra büyümüş ve ilerleyip gitmişler. Ne kadar sade bir hikaye değil mi? Bakın, hep girişimciliği ya da iş kurmayı çok detaylı bir süreç ve çok engin bilgi gerektiren bir olay olarak alırız. Bu anlattığım hikaye gibi yüzlerce örnek biliyorum. Emin olun gördüğünüz pek çok girift organizasyonun arkasında bu kadar basit bir hikaye var.
Her şeyden anlamak zorunda değilsiniz. Jim Collins’in İyiden Mükemmel Şirkete (Good to Great) adlı kitabını bilmeyeniniz yoktur sanıyorum. Bilmiyorsanız da okuyun lütfen. Kitapta şöyle söylüyor: Tilki envai çeşit numaralar bilir. Düşmanını alt etmek için bir sürü numara uygular. Ama kirpi sadece bir şey bilir. Top şekline bürünür ve dikenlerini çıkarır. Bu bildiği tek numara tilkiyi kirpiden korur.
Yani bir şey bilmeniz gerekiyor her şeyi bilmeniz gerekmiyor. Tabi ki o bildiğiniz şeyin hem satışını hem de üretimini ya da satın alma kısmını bilmelisiniz. Hangi malın nereden alındığını, mal ya da hizmetin nasıl işlendiğini, onun nasıl piyasaya sunulduğunu en minimal şartlarda bilmelisiniz; bu bir. İkincisi ben bu ürünü ya da hizmeti kime, nasıl satarım ve sattığım zaman arkası gelir mi, böyle bir piyasa var mı diye düşünmelisiniz. Bir insana bir malı bir defa satmak o işin olduğu ve satabildiğiniz anlamına gelmiyor. Ondan sonra ben bu işi tekrar başkalarına da satabilir miyim diye de düşünmeniz gerekiyor.
Hatta size bir şey söyleyeyim. Yaptığınız işi başkaları da yapıyor olabilir ama emin olun her iş insanı o aynı işi dahi farklı yapar. Hiç bir iki rakip tam olarak birbirleri ile birebir aynı şekilde çalışmaz. Aralarında çok ufak farklar vardır. İşte bu çok ufak farklar onların her ikisinin de başarılı olmalarını sağlar.
Başarı Duvardaki Yarıktan Geçiyor
Ben genelde bunu bir duvar örneği ile anlatırım. Düşünün ki önünüzde aşmanız gereken bir duvar var. Duvarın arkasına geçmeniz gerekiyor. Duvarda birtakım delikler var. Mesela deliklerden biri “arama motoru”. O kocaman delikten geçeyim dediniz ama bir şey zaten tıkamış o duvarı. Google yazıyor o deliğin üstünde. Onun yanında Bing ve Yandex var. Ya da “sosyal medya” diye bir delik var. O sosyal medya deliğinde de geçmenizi engelleyen başka şirketler var. Geçebileceğiniz deliklerin hepsi tıkalı. Fakat bir bakıyorsunuz duvarın içerisinde, incecik kılcal damarlar gibi yarıklar var. O aradan şu anda geçemezsiniz ama kazımaya başlayabilirsiniz. Kazıdıkça elinize gelir ve genişler o damarlar. Zamanla birer deliğe dönüşür. İşte o kazımaya başladığınız incecik yarık, sizin bildiğiniz iştir. O işi sadece siz biliyorsunuz. Daha doğrusu sizin bildiğiniz şekli ile sadece siz yapabilirsiniz. Belki aynı işi yapanlar var ama sizin yapacağınız gibi yapmıyorlar.
Mesela sosyal medya denilince ilk ICQ’yu bildik. Bazılarınız belki hatırlayacaktır. Sonra Facebook çıktı, daha sonra da Twitter. Hepsi sosyal medya platformları ama farklı çalışıyorlar, değil mi? Mesela Twitter sadece bir şey yaparak başladı, 140 karakter kullanarak bir şeyler yazmak. Siz de işiniz için her şeyi bilmek zorunda değilsiniz ama bir şeyi çok iyi bilmek zorundasınız. Eğer o bir şeyi çok iyi biliyorsanız o şeyin içinden geçer gidersiniz. Artık bir girişimci adayı olarak rehberinizin belki de ilk sayfasında ne yazdığını biliyorsunuz.
Bu konu ilginizi çekiyorsa bir girişimcide bulunması gereken özelliklerden bahsettiğim yazımı da okumanızı tavsiye ederim.