Aile şirketlerindeki gençlerin genelde aklındaki sorudur bu. Annem babam görevi ne zaman bize devredecek? Esasen bu zaman bellidir. Bunu kısaltıp uzatmak ise o gencin elindedir.
Zor Zamanlar Neyi Gerektirir?

Delilik tekrar tekrar aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemektir demiş Albert Einstein. Zor zamanlar zor kararları, ekstra kararları gerektirir. Böyle zamanlarda pek de hoşlanmadığınız, belki yapmaktan rahatsız olduğunuz şeyleri yapmanız gerekebilir. Kriz denilen kavramın sınırları farklı ekonomistlerce farklı çizilmişse de önemli olan ekonomide bir krizin olup olmadığı değil, sizin bunu kendi şirketinizde yada içinde bulunduğunuz endüstride hissedip hissedemediğinizdir. Eğer ne olduğunu finanssal tablolara bakarak görmeseniz yada göremeseniz dahi belki de durumu önsezileriniz ile hissediyorsanız bile belki de tehlike çanlarının sesinin uzaktan geldiği bir krizi fırsata çevirmek elinizdedir. Tehditleri fırsata çevirmek ise tam anlamıyla düşünce yapınızı değiştirmeniz anlamına gelir. Ben buna bazen beynimizdeki inovasyon diyorum.
Malumunuz ki dünya ve dahi iş dünyası sürprizlerle dolu. Sizin şirketiniz zor durumda olmayabilir ama yine de böyle zamanlarda bir takım önlemler almak gerekir. İşte bu önlemlere krizi fırsata çevirmek diyelim. Aşağıda her aklı selim şirket yöneticisinin aklında bulundurması gereken temel taşlarını anlatacağım. General Motors, American Airlines, IBM, Chrystler, Lego gibi firmaların hikayelerini incelerseniz bir iki tanesinden sonra ben bu filmi görmüştüm demekten kendinizi alamayacaksınız.
Öncelikle bu şirketlerin hepsinin başında böyle dönemlerde çok sıkı yöneticiler görürsünüz. IBM’in Watson ailesinden sonra gördüğü en büyük yöneticisi Louis Gerstner ya da Ford’un meşhur otomobili Mustang’in fikir babası ve sonra Chrystler’i uçurumdan çevirmeyi başarabilen efsanevi Lee Iacocca’yı unutabilmek mümkün mü? Tabi ki dünya çapında bir efsane olunmasa da böylesine sıkı bir lider olmak için “ben lider olacağım” demek yetenez. Bu insanlar o noktaya gelene kadar kendilerini çok güçlü yetiştirmişlerdir. O yüzden eğer engin denizlerdeki fırtınaları aşmak isteyen bir kaptansanız, öncelikle kendinizi çok güçlü yetiştirmeniz gerekiyor. Yıllardır sahip olduğunuz düşünüş biçimi sizi yolculuğun bu durağından sonrasına sizi taşımayacaktır. Böyle bir yönetici olmanın ne demek olduğunu Jim Collins’in 5nci Düzey Liderlik tanımında bulabilirsiniz.
Böyle zamanlarda hızla atılması gereken iki başlık vardır. Unutmayın hız iş hayatında böyle dönemlerde en çok ihtiyaç duyacağınız yeteneğiniz olacaktır. Bu iki başlık da bunda ne var, herkes bunu bilir diyeceğiniz gibi masrafları düşürmek ve satışları artırmaktır. Bu iki kavram sizlere çok sıradanmış gibi gelse de masraf azaltma hareketi yutulması gereken acı ilaç gibidir. Bu noktada asıl hoşunuza gitmeyecek şeyleri yapmak zorundasınız. Bu aşamada ilk ihtiyacınız olan sağlam bir finanssal analiz yöntemi. Bu yöntemin nasıl bir görüntü sergilediği her şirketin büyüklüğüne göre değişebilir. Eğer küçük bir ofiste çalışan ve iki üç kişiden oluşan bir firma iseniz bunu ön muhasebecinizin yardımı ile siz yapmak zorundasınız yada varsa finans direktörünüzün yardımını almaya ihtiyacınız olacaktır. Satışını yaptığınız her türlü üretim yada ticari malın hesabını tek tek açın. Bakın bakalım bunların size gerçek maliyeti nedir. Aradığınız şey enerjinizi en fazla tüketen fakat getirisi en az olanlarıdır. Çoğu zaman yıllar içerisinde işler geliştikçe kazandığınız paranın rahatlığı ile açılmaya başlarsınız. Farkında olmasanız da uğraştığınız bazı ürün yada hizmetler resmen enerji ve kaynaklarınızı sömüren bir fanteziye dönüşür. Bunları çocuğunuz gibi görmeye dahi başlasanız da bunlara veda etmenin zamanı gelmiştir. Böylesine zor dönemlerde en son ihtiyacınız olacak şey maddi ve beşeri kaynaklarınızın sömürülmesidir. Bunlar bir ürün değil, bir aktivite de olabilir. Belki karmaşık bir pazarlama ya da işe yaramaz bir yönetim sistemi olabilir. Fakat bunu yapması benim söylediğim gibi basit değildir. İnanın bana dışarıdan bakan bir göz sizin göremediğiniz şeyleri görecektir. Bunu da mı, bari bu kalsın diye sormanızı sağlayacak masraflardan bahsediyorum. Bir gemi batarken insanlar canlarını kurtarma pahasına o an yanlarında taşıdıkları en değerli eşyalarını dahi düşünmezler. Belki sizin için de silkinmenin zamanı gelmiştir.
Atmamız gereken ikinci başlık da satış. İşte bu nokta sizi fırtınada batması muhtemel diğer gemilerden ayıracak olan kritik bir noktadır. Öncelikle şunu analiz edin, potansiyeliniz kadar satabiliyor musunuz? Eğer cevabınız hayır ise bu iyi bir şeydir. Zira bu, daha fazla satış yapabileceğiniz anlamına gelir. Şunu unutmayın ki piyasada tek değilsiniz ve piyasadan yakın zamanda çekilecekler olacaktır. Sonuçta şirketinizin kişisel satış performansı kadar bir de endüstrinin toplam pastasından ne kadar büyük bir dilim aldığınız da var. Böyle dönemlerde vazgeçtiğiniz maliyetlerinize satış kaynaklarını da eklemeyi düşünüyorsanız tekrar düşünün. Eğer bir şeyden vazgeçmeniz gerektiğini fark ederseniz muhtemelen bu satış ekibi yada size birincil öncelikli iş getiren pazarlama faaliyetleri değil, satış ve pazarlama kaynaklarınızdan gereksiz yere paya alan ürün yada hizmetleriniz olabilir. A ürününü tutup B ürününün satış ve pazarlamasına son vermeniz satış ve pazarlama kaynaklarınızı kısıtlamanız ile aynı şey değildir. 20-80 kuralını unutmayın. Faaliyetlerinizin %20’si gelirinizin %80’ini sağlıyor olabilir. İşte bu düşünceden hareketle bakın bakalım nerede enerjinizin %80’ini hortumlayıp gelirinizin sadece %20’sine katkı sağlayan bir ürün yada hizmet var.
Kısa vadede bu iki noktaya akıllıca yaklaşmak ve hızla karar verip hareket etmek öncelikle beyninizde bir inovasyon yapmanızı gerektirir. Bu iki nokta çok da bilinmedik konular olmayabilir fakat burada asıl göz ardı edilen şey bunları uygulamada geç kalınmasıdır. Bu gecikmenin sebebi ya acı ilacı yutmaya yanaşmama ya da sorunun kaynağını görememedir. Olumlu ekonomik şartlar altında gemisini su üstünde yüzdüremeyen şirketler gibi en çetin fırtınalara göğüs gerebilen ve kriz dönelerini rahat atlatmayı başaran şirketler vardır. Bu hatalara düşmemenin en önemli yolu da her şeyden önce değişime açık olmanız ve inovasyona kendi bakış açınızı değiştirerek başlamanızdır. Bu aynı zamanda stratejik planlama yapmak demektir.
Einstein’ın dediği gibi delilik tekrar tekrar aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemektir.
Aile şirketleri: Güven ve Yeteneği Birbirinden Ayırın
Aile şirketleri kuruluş aşamasında insan kaynağı denince ilk olarak en yakınlarına bakarlar. Yani diyelim bir şirket kurdunuz ve en azından iki üç yardımcıya ihtiyacınız var. Ne yaparsınız? Güven açısından ilk olarak en yakın akraba yada dostlarınızı düşünürsünüz. Bundan doğal bir şey yok. Zaten şirket bir kaç sene sonra büyüdüğünde artık etrafınızdan eleman bulamaz hale geleceksiniz, ne kadar kalabalık bir aileniz olursa olsun.
İlk zamanlarda şirketin vizyonu sizin vizyonunuz olacaktır. Bu da çok doğal bir şey. Malum işinizi üzerine kurduğunuz fikir ve/veya buluş size aittir. İşi de en iyi siz sahipleneceğinize göre şirketin nereye gitmesi gerektiğine de sizin karar vermeniz gayet doğaldır. Bu durumda da ihtiyacınız olan sizin vizyonunuzu gerçekleştirecek, sizinle omuz omuza çarpışacak insanlar. Bu aşamada beraber çalıştığınız bir avuç insana paranızı emanet edersiniz. Bu insanlar yeri gelir tahsilat yaparlar, yeri gelir şirket için maddi değeri büyük malzemeleri, malları veya araçları kullanır, taşır, saklar, korurular. Diyelim hassas malzemeleri de içeren bir hizmet işi yapıyorsunuz, müşterileriniz kılı kırk yaran çok varlıklı insanlar. Güven ne kadar önemlidir değil mi? Yada pahalı araçlarla çok özel bir taşımacılık yapıyorsunuz. Durum yine aynı. İşte bu aşamada bu işleri yapacak bir takım insanlar gerekir. Bu insanlara gözünüz kapalı güvenebileceğinizi düşünmek istersiniz. Bu sebepten bu güven unsurunu da en iyi yakın akrabalarınız ile kontrol altında tutabileceğinizi düşünürsünüz.
peki ya sonra?
Fakat sonraları işler büyümeye başlar, kazanç ile beraber operasyon yoğunluğu da artar. Kardeş, kuzen, teyze, hala, amca, dayı, yeğen derken etrafınızdaki insan kaynağı da tükenmeye başlar. Bir yandan da bir bakmışınız şirket sapına kadar girift bir aile şirketi oluvermiş. İşte bu noktaya yaklaşmakta olduğunuzu erken fark edebilmeniz önemlidir ki umarım böyle bir durumdaysanız bu yazımı okuyorsunuzdur. İşte sizi bu noktada uyarmak isterim ki şirketinize kötülük yapmaya başlayacaksınız. Zira güven farklı şey, yetenek farklı şey.
Bir organizasyon karmaşıklaştıkça insanları standart işler yapan robotlar gibi göremeyeceğiniz için öncelikle fikirlere ihtiyacınız var. Bu sarmaldan bir türlü kurtulamayan şirketleri görüyorum. Patronlar kimseye güvenemediklerinden her işe karışma eğilimine giriyorlar. Bu güvenin birinci kaynağı yukarıda bahsettiğim maddi güven, bir diğeri de burada anlatmak istediğim fikri güven. Lakin bu noktada maddi güven sorununu çözmek emin olun ki fikri güven sorununu çözmekten çok daha kolaydır. (Kuyumculara sorun, bu işi çözmenin envai yöntemini anlatacaklardır size ki o seviyede dahi az çok kaçaklar her zaman olur. Bu konuyu merak edenlere bilahare yardım edebilirim ama bu yazının konusu değil bunun açıklaması.) Peki artık ortaya sadece bedenini ve kolay iş gücünü koyan, aklı ve ruhu ile çalışmayan, gözünüzdeki tek önemi akraba olmak olan insanlarla nereye varabilirsiniz?
Mülakat yönteminiz çok önemli önemli
Demiyorum ki akraba, tanıdık çalıştırmayın. Hatta gerçekten nasıl seçeceğinizi biliyorsanız tanıdıklar veya tanıdıkların tanıdıkları ile çalışmak bazen çok daha avantajdır. Bu seçim konusu benim mülakat tekniği eğitimimin de bir parçası. Ayrıca kurumsallığını kağıt üzerinde değil, gerçekten tamamlayabilmiş aile şirketleri bununla baş etmenin yolunu çokta bulurlar. Ama ilk önceliğiniz iş hayatı dışında muhabbetinizin iyi olduğu akrabanızı ona hiç uymayacak o işi vermekten çok, yapacağınız işe en uygun insanı seçebilmek olmalı. İşte bu durumda düzgün seçim yapabilmek için çok düzgün bir işe alım tekniğiniz, yönteminiz olmalıdır. Artık nitelikli iş gücü kaynağı için dışarılara bakmanın zamanı gelmiştir. Buna ek olarak işinize aldığınız çalışanlarınıza da gerekli kuvvetli eğitimleri vermeye yada verdirmeye hazırlıklı olun.
Diyeceğim o ki güven farklı bir konudur, yetenek farklı. Bir noktadan sonra güvenebileceğiniz ve işinize bedeninden çok aklı ile katkıda bulunacak kişiyi seçmek gerekir.
ÖĞRETMEK

Ben bir şeyler öğreten insanım. Öğretmek ve eğitim benim için son derece hassastır. İlk başta gitar ve müzik öğrettim. Maddi kaygı ile değil, mutluluk duyduğum için. Hala da vakit bulursam öğretiyorum. Sonra etrafımdaki genç iş insanlarına öğretmeye başladım. Bir şekilde iş sahiplerinin çocuklarına bir şeyler öğretir oldum. Sonra zamanla baktım ki o iş sahipleri de bana sorular soruyorlar. Demek ki nasıl bir şevkle anlatıyorsam, “bu çocuğu bir dinlemek lazım” demeye başlamışlar benim için. Sırf bu yüzden beni ne yapar eder birileriyle tanıştırırlardı.
Öğretmek her seferinde öğrenmeyi de getiriyordu. Onlar bana bir soruyorsa ben 5 soruyordum onlara. Sorularım da aynı şevk içindeydi sanırım. Tüm bu iş dünyası ve kişisel gelişim bilgileri birikince öğreten insansanız daha çok anlatmak istiyorsunuz, tabi ardından gelen daha da fazla sorunun yanıtını ararken.
Ne öğretir?
Çok da muhteşem öğretmenlerim oldu. En başta ailem, sonra hayatın kendisi. Pek çoğuna sorsanız öğretmen de değiller. Bazen bir nasihat, bazen anlam veremediğim bir fırça, belki omzumda bir el, bir anlamlı bakış, bir kitap… Ama çok şey öğrettiler bana. Öyleyse dedim ben de bunu geri vermeliyim ve durmadan öğrettim ihtiyacı olanlara, gelişmek isteyenlere. Şimdilerde bunu meslek edindim. Muhteşem öğrencilerim var.

Öğretmek durmadan bilgi akıtmak değildir.
İnsan hayatının önemli bir kısmına öğretmeyi koyunca bir başka bakıyor eğitim konusuna. Mesela en sevmediğim şey verimsiz eğitim. Birilerini bir yerlerde toplayıp onların zamanlarını boşa harcamıyorlar mı? Gerçekten üzülüyorum. Hele ki genç beyinler. O an yanlış öğrenirse geri dönüşü olmayacak.
Öğretmek demek sürekli anlatmak demek değildir. Nedir öğretmek peki? En başta içindeki o ateşi körüklemektir. Öldürmemektir, sönmesine müsade etmemektir. Öğretmek zorla olmaz. Herkesin bir öğrenme şekli var. Ayrıca herkesin illa öğrenmek istediği, merak ettiği bir şey var. Hatta çok ilgisiz olduğunu düşündüğünüz, başarısız olduğunu sandığınız o alanda. Doğru bakmayı bilirseniz ne olduğunu görürsünüz. Kişiye öğrenmek istemediğini zorlamanın bir sınırı var. Eğer o ateşi körüklemek yerine buz üzerinde ateş yakmaya çalışıyorsanız yanlış bir iş yapıyorsunuz. Bakın bakalım, bir yerde bir kayalık vardır. Ya da kim bilir, önce o buzu kırmanız gerekiyordur. Kimi zaman bir öğretmen olarak tek vazifem o ateşin yanmasını sağlamak oluyor. Bu, zaman alıcı bir süreçse baştan söylüyorum. Siz pes ettiğinizde biter bu iş zira önce ateşi yakacak uygun ortamı sağlamamız gerekiyor. “Ateş buzun üzerinde yakılmaz.”
İnanın şartlar olgunlaştığında öğretmek zamanımı ve enerjimi almıyor. Öğrenmeye aç kişiye beni bayıltana kadar öğretebilirim. Asıl olay ya öğretmek istediğimi gerçekten öğrenmek isteyecek doğru kişiyi bulmak ya da öğrenmek istemiyor gibi görünenin aslında ne öğrenmek istediğini anlayabilmek. Yaptığım işin sırrı belki de burada. Bundan ötesi kendimi ne kadar yetiştirmiş, ne kadar donatmış olduğumla orantılı.
Bazen bir genç çıkıyor karşıma. Büyükleri diyor ki bizim çocuk iş hayatına ilgi duymuyor. İnanın iş hayatına ilgi duymayan insana hayatımda rastlamadım. Soruyorum, peki neye ilgi duyuyor diye. Filan yapmaktan hoşlanıyor. Bütün derdi bu. Diyorum çocuğunuz iş hayatına son derece ilgi duyuyor ama o işe değil, bu işe ilgi duyuyor. Ayrıca çok net ki bu konuda biraz desteklerseniz sizin o işte başarılı olduğunuzdan daha fazla bu işte başarılı olacak. Sonra bazen bakıyorum o konu daha önce benim ilgi duymadığım bir alanda belki. Tamam diyorum kendi kendime, yeni bir şey daha öğrenmek üzeresin, hem de karşındaki bu insana bir şeyler öğreterek.
Yani söylemek istediğim o ki, öğrenmek ve öğretmenin temelini çok iyi bilmek gerek. Öğretmek demek birilerini bir odada toplayıp aklınızdakini durmadan karşınızdakine akıtmak değil. Bu işi doğru yapabilirseniz nasıl tarifsiz bir keyif insanların geliştiğini görmek, anlatamam.
Eski Yıl Gidiyor

Yeni yıl geliyor demek istiyorum ama öncelikle eski yılın gitmesini istiyorum. Sizler gibi bende çok sıkıldım ve bunaldım. Hepimiz bunaldık. Hepimiz sıkıldık. Bunun farkındayım. Öncelikle pandemi hepimizden sevdiklerimizi kopardı, etrafımızda ki insanların tek tek yenik düştüğüne şahit olduk. Bilmiyorum… Birtakım teoriler var doğru mudur, değil midir ? Buna girmenin anlamı yok ama gördüğüm bir şey var onu söylüyorum.
İkinci olarak 2020 pek hoş olmadı açıkçası hem kişisel olarak hem de şirketler olarak çok yorulduk ve zorlandık. Şirketlerin bir bir kapandıklarını gördüm. İnsanların gerçekten ekonomik olarak çok acılar çektiğini gördüm, açıkçası olmasını istemezdim. Olmaması için yeni yıldan temennilerimiz kısa vadede bizi yönetenlere düşüyor o yüzden de siyaset ve politika benim alanım olmadığı için bir şey söylemek istemiyorum. Ama orta ve uzun vade de eğitim şart ve gerçekten çok önemli. Lütfen eğitime önem verelim, pırıl pırıl çocuklar yetiştirelim. Bu, en pahalı okullarda okutmanız demek değil, onlara sevgi vermeniz demek onları sevgi ile büyütmeniz demek. Örneğin, hayatımda benim de ekonomik olarak çok zorlandığım günler oldu. Hiçbir zaman bunların yükünü çocuklarımın omuzuna bırakmadım onlara hayatın ne olduğunu, gerçeklerin ne olduğunu anlattım. Siz de bunu yapın. Çocuklarınıza o sevgiyi verin. Dünyayı tanıtın anlatın ne olduğunu bilsinler. Eğitimin öneminden herhalde bahsetmeme gerek yok.
İşte önümüzde gelecek olan aylar da yıllar da, uzun ömürleriniz de benim size temennim bu. İnşallah daha mutlu yarınlarınız olsun.
Zaman Yönetimi Kimin Sorunu?

Size şu zaman yönetimi konusunda bir şey söyleyeyim mi? Zaman yönetimi sadece çalışanlarınızın meselesi, mesuliyeti değil. Zaman yönetimi aynı zamanda sistemin de şirketin de ve o insanların başındaki amirin de mesuliyeti. Bazen fark ediyorum bir insana, bir buçuk insanı gerektirecek işi yüklüyorsunuz, sonra da çalışanlarınızın performanslarından verim alamadığınızda, verdiğiniz işler zamanında neticelendirilemediğinde o insanlara “senin zaman yönetimin problemli” diyorsunuz.
Emin misiniz o insana verdiğiniz o işin gerçekten bir insan ile yapılabileceğine? Öncelikle bundan emin olmak amirler (patronlar) olarak çalışanlarınızdan önce sizin mesuliyetiniz. Zaman yönetiminin ne olduğu, nasıl ele alınması gerektiği konusunda en başta şirketin içerisindeki o şirketin yönetim sistemini kuranların, o şirketin orta ve üst düzey yönetiminin eğitim alması gerekiyor.
Bir insan bir zamanda bir iş yapar ve %100 performans ile çalışırsa o işi yapabilir. Ne yazık ki insan doğası gereği 100 birim zamanı var ise o hafta içerisinde 100 birim zamanın 100‘ünde de çalışmasını bekleyemezsiniz. Eğer sağlıklı ölçebiliyorsanız , yaptığı işe göre %80 veya %85 performans göstermesi beklenebilir, bu daha doğal ve mantıklıdır. Bunun yerine 100 birimlik zamanda 150 birimlik iş yüklerseniz mümkünatı yok zaman tutmaz, yönetilemez. Ayrıca hepsinden öte sağlıklı ölçebilmek de önemlidir. Basit işlerde birim zamanda ne yapıldığını ölçmek kolaydır. Mesela nadir de olsa mavi yaka çalışanlara uygulanan bir yöntem var. Hala yapanlar kalmış mı diyeceksiniz, emin olun var. Çalışanın başına geçip kronometre ile zaman tutmak. Bu, size gerçekçi geliyor mu? O kişinin gerçekte normal zamanda çalıştığı gibi çalışmasını bekliyor musunuz?

Peki Ya Satış?
Peki satışta zaman yönetimini nasıl ölçebilirsiniz? Sabahtan akşama kadar harıl harıl bir işler ile uğraşıyor olması zaman yönetiminin verimli olduğu anlamına mı gelir? Tabi ki gelmez. Bu durum basit zaman yönetimi mantığı ile yönetilecek bir şey değil. Orada satışçının zamanını verimli yönetip yönetmediğine değil, istediğiniz işi hakkıyla yerine getirip getirmediğine odaklanmanız gerekir. Sonra da bırakın kendinden beklenilen sonucu üretmek için kendisi çaba sarf edin. Sizin de bu noktada vazifeniz yol göstermek, öğretmek ve gerçek bir lider gibi koçluk yapmak.
Benim genelde gördüğüm problem bu. Yapılacak işler üzerindeki gereksiz angaryaları atın. En sevmediğim şey insanlara gereksiz yere iş yüklemek. Çok güzel bir örnek var, sıkça yaşanan. Müşteriniz size telefon açar der ki ‘’işimiz çok acil, acilen yapılması gerek’’ siz de işi acilen çarçabuk bitirir yetiştirirsiniz. Sonra müşterinizden bir cevap gelir: “dur bir dakika, tamam halledeceğiz onu.” E hani acildi? Eğer işleri böyle yürütüyorsanız, çalışanlarınızdan zaman yönetimi beklemeyin. Önce siz zamanın ne olduğunu iyi kavrayın.
İşte bu yüzden zaman yönetimi için öncelikle işleri yöneticilerin masaya yatırmaları ve süreçleri, sistemi düzenlemeleri lazım.
Kimse Beni Anlamıyor

Anlaşılamamak, zannediyorum ki insan oğlunun en büyük serzenişlerinden biri. Beni anlamıyorlar. Anlaşılamıyorum. Dinlemiyorlar beni. Büyük sanatçılar hayatlarında anlaşılamadan ölüyor; öldükten sonra anlaşılıyor kıymetleri. Herkes anlaşılmak ister. Düşünsenize etrafınızda ki herkes sizi anlayabiliyor, çalıştığınız insanlar, aileniz, sizi hepsi anlayabiliyor. Herkesin sizi anlayabildiğini düşünün; şöyle diyorlar “Aa anladım seni hakikaten. Evet sen şunu demek istiyorsun.” Herkes böyle düşünse hayat sizin için ne kadar farklı olurdu? Bir an için düşünün.
Buna erişmek için ne olması gerekiyor? Herkesin sizi anlaması için… İşte o “herkes” içinde sizde varsınız. O zaman siz de diğer insanları anlamalısınız. Bunu mümkün kılmak için herkesi anlamaya çalıştığınızı düşünün. Ne var ki asıl istediğiniz anlaşılmak; başka kimse birbirini anlamasın önemli değil sadece beni anlasınlar. Peki ya anlatmak istediğiniz şey karşı tarafın işine gelmiyorsa? Hadi gerçekten anlattınız kendinizi diyelim. Ya “Anladın ama bana uymuyor.” derse inanlar? O zaman anlaşılıyor olmanızın kıymeti nedir? Dünya anlaşılamamak üzerine dönüyor. Yani insanlar birbirlerini anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar. Daha doğrusu öyle bir niyetleri de dertleri de yok. Ve kararlar hep bunun üzerine veriliyor.
Mesela bir amir çalışanlarına bir şeyler söylüyor; onlar bunu yarım yamalak anlıyorlar. Ne anlıyorlarsa onu yapıyorlar. Onlar da anladıkları kadarıyla bir sonuç üretiyorlar, yarım yamalak bir şeyler ortaya koyuyorlar ve tüm iş anlaşılamamak üzerinden gidiyor. Yani anlattığımız için değil, anlaşılamadığımız için. O yüzden insanlar için ne anlattığımızın hiçbir önemi yok. Anlattıklarımızın arasından insanların anladığı şeyler önemli. Biz hep bir şeyler anlatıyoruz ama insanlar ne anlıyorsa o. Bizim anlattığımızın hiçbir önemi yok. Ne anlatırsam anlatayım karşı taraf ilgili ya da ilgisiz bir şeyler anlıyor.
Peki tam olarak nasıl anlaşılırız? Nasıl doğru anlar insanlar bizi? Bilerek. Bilirlerse anlarlar. Anlatmak istediğimizi gerçekten kavrarlarsa anlarlar. Yani 2+2’nin 4 ettiğini bilmeyen birine, 23+38’i anlatamazsınız, zordur bu. İlk baştan bir şeyleri anlamış olması lazım bizi anlamadan önce. Yani anlattığımız her ne ise onun ön şartları, kabulleri vardır. Peki siz karşı tarafın ne kadar bildiğini biliyor musunuz? Bilmiyorsunuz değil mi? Demek ki o zaman siz karşı tarafı anlamıyorsunuz. Önce karşı tarafı anlamamız lazım. Öncelikle karşı taraf ne istiyor, anlatmak istediğiniz şeye nasıl bakar? Görüşleri neler? Dünya görüşü ne? Önce siz onu anlamalısınız. Siz anladığınız zaman belki de karşı tarafa o konuyu anlatıp anlatmamak gerektiğini bile anlayacaksınız.
Mesela bir çalışanınızdan bir işi yapıp bitirmesini istiyorsunuz. Sürekli anlatıyorsunuz ve o sizi anlamıyor. Belki özel hayatında bir problem var, size hatta kimseye anlatamadığı. Siz bunu bilseniz belki o problemini düzeltebilir ve onun kafasının rahatlamasını, sizi daha iyi dinleyip anlamasını sağlayabilirsiniz. Bu aile ilişkilerinde de, arkadaşlık ilişkilerinde de, iş ilişkilerinde de böyledir. Eğer siz önce karşı tarafı anlamaz iseniz aklından geçenleri bilmez onun derdini göremeye çalışmazsanız, kendinizi anlatmaya çalışmanızın hiçbir manası yok. O yüzden Stephen Covey‘in dediği gibi “anlaşılmayı beklemeden önce karşı tarafı anlayalım.”
Dünyanın En Pahalı Danışmanının Maliyeti

Geçenlerde bir soru aldım. Bunu daha önce de duyduğum için dedim ki ben bu sorunun cevabını insanlara bir video ile vereyim. Soru şu “Tunç bey, bir danışmana ne kadar ödemeliyiz? Eğitimciye ne kadar ödemeliyiz?”
Eğer muhteşemseniz, her şeyi siz biliyorsanız, işinizde en iyisi siz iseniz, sizden başkası daha iyi bilemez ise, bence verebileceğiniz en maksimum para 0 TL’dir. Yazık paranıza. Niye para veresiniz ki zaten çok muhteşem biliyorsunuz on numarasınız.
Şimdi gelelim bir danışmana ne kadar vermeliyiz sorusunun diğer cevabına. Eğer gerçekten inanıyorsanız danışmanın gücüne ve size katacaklarına, bir düşünün. Şu da var, siz de şirketin içindesiniz, çalışanlarınız da öyle, danışmanınız dışında. Endüstrinizde gidip bir iş yaptığınız ile biraz sohbet ettiğinizde bile o kişi endüstriden bir şeyler söyleyecek size. Bir danışman tamamen dışardan bir gözdür, eğer kuvvetli bir insansa ki öyle bir insan olmalı hayatınızda.
Çok küçük değilseniz, belli bir seviyede iseniz, bir ya da bir kaç danışman ile çalışmayı düşünün, ki şunu da size net söyleyeyim zamanında danışmanlık verdiğim küçük firmalar da vardı. (Tamam, bende çok büyük bir şey istemedim o firmalardan.) O yüzden bir danışmanla hemen her firma çalışabilir illa ki.
İkinci olarak o danışman gerçekten kendini geliştiren bir danışman ise, güçlü bir eğitimci ise zaten sizin ona vereceğiniz paranın misli misli hatta 10 katını size kazandırır. Ben de öyle söylerim “Eğer ben bana vereceğiniz paranın 10 katını size kazandıramıyorsam benimle çalışmayın.” derim. Mesela diyelim Veliaht Koçluğu yapıyorum, biliyorum ki o insanın oğlu veya kızı benimle çalıştığı zaman hayatında hakikaten 5-10 sene erkenden öğrenecek bazı şeyleri ve tabi ki sonra bana verdikleri hiçbir şey olacak o kazancın yanında. Net olarak o kadar çok kazanacaklar. Böyle birinin size maliyeti de 0’dır. Bir danışmana ne kadar ödeyebilirsiniz ki maksimum? Cironuzu 2’ye katlar, hiçbir şey olur bir anda. Bir fikri, bir düşüncesi cironuzu 2’ye hatta 3’e katlayabilir. Hiç düşünememiştim bunu dersiniz, bakmamıştım o açıdan. Size bunu dedirtecek insanlarla çalışın! “Bu insan gerçekten haklı, işte buymuş ya” dedirtebilen insanlarla… Bu insanın size hiçbir maliyeti olmaz. Bu sizin için maliyet değil kazançtır.
Ben genel olarak hayatta çok ucuz bir insanla çalışmam çünkü ucuz bir insan kendine ne katabilir ki? Ucuz derken sadece para olarak söylemiyorum bunu. Ucuz olmayan bir insan sürekli kendine bir şeyler katma imkanına sahiptir. Bunların hepsini üst üste koyduğunuz zaman, düşünün mesela teknolojiye, ARGE’ye yatırım yapıyorsunuz bir taraftan, pazarlamanız satışınız kuvvetli diğer bir yandan, piyasada markanız büyüyor, insanlar sizi tanımaya başlıyor ve eğer hedefiniz en iyi olmak ise zaten yükseliyorsunuz. İşte tam o noktada o güçlü danışmanlar size yardımcı olacaklar. Başınızın üstündeki cam tavanı kaldıracaklar. Böyle insanlar zaten ucuz insanlar değildir, baktığınız zaman 0’dır size maliyeti. Ne danışmanlar var kendilerini geliştiren, dağcılık yapan, dünyanın çeşitli ilginç yerlerini gezen, kendine hobiler edinen, durmadan öğrenen. İşte böyle danışmanlarla çalışır iseniz bunun size maliyeti 0’dır.
En Etkili Mülakat Tekniği

Arkadaşlar, iş arıyorsunuz mülakatlara çağırıyorlar gidiyorsunuz istiyorsunuz ki mülakatı alın. Oradan on numara bir şekilde çıktığınızda arkanızdan şunu desinler “Aradığımız kan bu, başvuran arkadaşlar arasındaki en iyisi, biz bu insanla çalışalım.” Şimdi size bununla ilgili gerçekten işe yarar bir bilgi vereceğim.
Girdiniz mülakata, size çok zor sorular gelmeye başladı. Ne soracaklarını bilemiyorsunuz her konuda her şeyi sorabilirler. Şöyle yapacaksınız. Mülakatlere gitmeden önce oturun, elinize kağıt kalemi alın, kendinize bir saat bir zaman ayırın. Tek tek tüm tecrübeleriniz hakkında bir tablo oluşturacaksınız kendinize. Hayatınızdaki 3 konu üzerine yaşadığınız olayları yazacaksınız. Tecrübenize göre diyelim ki birkaç yerde çalışmış 5-10 yıllık bir tecrübeniz varsa daha fazla olacak ama okuldan yeni mezun olmuşsanız nispeten daha az olacaktır.
Konular şunlar:
- Gelişmeye açık bir alan vardı. Ben o alanı gördüm. Şöyle bir yöntem uyguladım ve şöyle devam ettim. Sonuçta şöyle bir başarı sağladım.
- Ortada bir sorun vardı. Ben şahsen girdim şunları yaptım ve o sorunu çözdüm.
- Gelişmeye açık bir alan vardı ortada. Bir sorun yoktu ama filan filanı değiştirerek bir gelişme sağladım.
Üç konu arkadaşlar. Bu üç konuda da 3’er 4’er tane, yeni mezunsanız 1’er 2’şer tane olay düşünün. Size 8-10 tane hikaye eder. Sonra her konu için şu anlatacaklarımı yapacaksınız. Bu arada bizzat yaşadığınız hikayeler olması çok önemli çünkü insanlar onu size soracaklar. Belki referans isteyip daha önce çalıştığınız o yere telefon açacaklar, doğrulamak isteyecekler. O yüzden gerçek olması çok çok önemli.
Şimdi öncelikle birinci sütuna bu 3 konuda da teker teker “Olay neydi? Sorun neydi? Düzeltilmesi gereken hata (gelişim alanı) neydi?” sorularının cevaplarını yazıyorsunuz. İkinci sütunda da “Bu durumda ben yaptım? Çözümüm ne oldu?” sorularının cevaplarını yazıyorsunuz. Üçüncü olarak sonuç ne oldu, çözümüm şirkete ne fayda sağlandı? Oturup bu hikayelere gerçekten çalışıyorsunuz. Ezberliyorsunuz yani, ezberlemek derken hikayeleri çok iyi içselleştiriyorsunuz. Zaten size ait hikayeler bunlar.
Sonra, mülakata girdiğinizde size sorular soracaklar “Bu gibi bir durumda ne yapabilirsin, şu durum için ne düşüyorsun? vs”. Bu gibi soruların uygun olan noktalarında bu hikayeleri anlatıyorsunuz. Bu konuyla ilgili benim başımdan şu geçti veya size ne düşündüğümü ne yaptığımla ilgili bir örnek vererek açıklayayım diyebilirsiniz. Özet olarak bu hikayeleri kullanmaya başlıyorsunuz. Size ne gibi eksikliklerinizin olduğunu sorabilirler. O zaman da böyle bir hatam oldu ama şöyle düzelttim diye anlatabilirsiniz. Eksiği olmayan insan olmaz, herkesin eksiği olabilir. Geliştirebilecekleri neleriniz olduğunu, hangi konulara ve hatalara ne çözüm üretebildiğinizi öğrenmek ister iş verenler.
Evet arkadaşlar, bu konulara çalışıyorsunuz. Kendinize bir zaman ayırıp bu hikayelerinize çalışıp mülakata giriyorsunuz. Şimdiden hepinize başarılar diliyorum.
Bu arada www.veliahtakademi.com’a girip göz atmanızı ve bu ve benzer konulardaki eğitimlerden yararlanmanızı istiyorum.
Beyin Yıkama

1950’lerde Kore Savaşı bitince Çin’in Amerikalı esirleri ülkelerine göndermesiyle Amerikalılar çok tuhaf bir şeyler olduğunu fark ediyorlar. Esir tutulan askerler esaret sırasında komünizme karşı anlamlandırılamayan bir ilgi duymaya başlamışlar. Amerikalılar buna çok şaşırıyorlar. Takdir edersiniz ki Amerika komünizme son derece karşı, hele ki soğuk savaşın o en çetin yıllarında.
Edward Hunter isimli bir gazeteciyi, ki aynı zamanda bir Cia ajanı, görevlendiriyor. Amerikalılar’ın esaret altında tutulmalarına rağmen neden komünizme bırakın düşmanlık beslemeyi, tam tersine sempati beslediklerini öğrenmek istiyorlar. Çok ilginç bir hikayeyle karşılaşıyor. Esir kamplarındaki askerlerin esaretlerini sıradışı bir şekilde geçirdiklerini öğreniyorlar. Bütün o süre boyunca Çinli askerler arasında çeşitli münazaralar düzenleniyor. Bir masaya karşılıklı gruplar halinde oturtularak tartıştırılıyorlar. Bu münazaraların konusu da komünizm mi, kapitalizm mi daha iyi ya da Çin mi, Amerika mı.
Tahmin edersiniz ki ekseriyetle komünizim galip geliyor. Tabi gerçekçi olması için bazen karşı görüşün de kazanmasına izin veriyorlar. Karşılığında bu esirlere bir esir için kıymetli sayılacak ödüller veriyorlar, bir sigara ya da özel bir yemek gibi. Bu münazaralar hafta, sürekli yapılıyor arka arkaya. Doğal olarak Amerikalılar da ödülleri kazanmak istiyorlar ki esaret biraz daha rahat geçsin. Zaman içinde kazanmak istedikleri için, gönülden komünizmi savunmaya başlıyorlar. Neticede görülüyor ki Amerikalılar komünizme karşı bir sempati duymaya başlıyorlar, beklendiği gibi karşı tarafa düşmanca hisler beslemiyor. Edward Hunter bu konuları derliyor, raporluyor ve bunu ‘’brain washing’’ yani beyin yıkama olarak adlandırıyor. İşte beyin yıkamanın tarihçesi bu şekilde başlıyor. Tabi ki kelimenin ilk kullanılmasından önce beyin yıkamanın tarihte öncesi de var, Nazi’lerin yaptığı bir takım deneyler vesaire. Sadece savaşta da değil barış zamanında da birçok örneklerini görüyoruz.
Bir insanın beynini yıkamak istiyorsanız o insanı zorlamazsınız, o işi tatlı dille anlatırsınız, sürekli tekrar edersiniz ve kişinin kendisinin o işi benimsemesini sağlarsınız. Beyni yıkanan kişi de bir zaman sonra söz konusu fikrin neferi olup çıkar.
Beyin Yıkama Tekniklerine Müsade Etmeyin
Bir insanın beynini yıkamanın hiç savunulacak bir tarafı yoktur. Beyninizin yıkanmasına müsaade etmeyin. Peki, buna müsaade etmemenin yolu nedir? Bunun yolu bol bol okumak, araştırmak, farklı görüşten insanlarla konuşmak, her görüşü dinlemek ve tartışmaktır. Hatta sizin görüşünüze karşı görüşten insanları dinleyin, o insanları gerçekten anlamak için dinleyin. Yargılamak için değil, öğrenmek için sorun. O insanların okuyarak o kanıya vardıkları kaynakları siz de okuyun. Kendi kaynaklarınızdan edindiğiniz bilgileriniz ile karşılaştırın o görüşleri.
Maalesef ki insanların çoğu zaman kendi görüşlerini bile okumadıklarını, derinden bilmediklerini fakat mikrofon uzatıldığında çok fikirleri olduğunu görüyorum. En temel konularda bile çok zayıflar insanlar. Kulaktan dolma, bir iki sağdan soldan duyma bilgi ile her şeyi bildiklerini sanıyorlar. Sonra bir başkası başka bir görüşü savunduğu zaman ateşli bir şekilde karşı gelmeye çalışıyorlar. Açın dünyanızı. Okuyun, gezin, görün, sorun ve öğrenin. İnsanların artık bir daha sizin beyninizi yıkamalarına müsaade etmeyin. Kendinizi doğru ve doğrulanmış bilgiyle doldurursanız, beyninizi kolay kolay yıkayamazlar.